Bugün de toplum mühendisliği yapılıyor

İfade özgürlüğünü demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olarak gördüğünden, tavrını çekinmeden sergileyen isimlerden Prof. Dr. İştar Gözaydın Savaşır. Doğuş Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı olan Gözaydın, idare hukuku, insan hakları, din ve devlet ilişkileri konularında yıllar boyu yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Kısa zaman önce Helsinki Yurttaşlar Derneği olarak Diyanet üzerinde bir araştırma yapan Gözaydın, 14 Aralık medya darbesine karşı açılan Demokrasiye Darbe Bildirisi’ne en başta imza koyanlardan biri, aynı zamanda.

Geçen ay din-devlet ilişkilerini İngilizlere anlatan Gözaydın, bu ay da Lordlar Kamarasın’ da Türkiye’de hukuk ve ifade özgürlüğü konusunda bir konuşma yapacak. Bütün meselelerin çözüm alanı olarak hukuku gösteren, ister dinî ister ladinî olsun, ahlak vurgusunu hep önde tutan Gözaydın, yaşananları AK Parti-Cemaat çekişmesi olarak yoranlara da şunları hatırlatıyor: “Bugün o hesaplardan kendilerine birtakım paylar çıkaranların yarın aynı haksızlıklara maruz kalmayacağının en ufak bir garantisi yok.”

-14 Aralık darbesine karşı oluşturulan Demokrasiye Darbe Bildirisi’ni neden imzaladınız?
Ben hukukun her zaman herkes için eşit olarak uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Hepimizin buna ihtiyacı var. Başka da bir güvencemiz olmadığı için dolayısıyla böyle bir hukuka çağrı metnini imzalamayı bugünlerde uygun buldum. Çünkü gittikçe totaliterleşen bir yapı olduğu kanaatindeyim. Ona başka bir şekilde karşı durma imkânımız olmadığına göre  en azından bir entelektüel olarak, akademisyen olarak bu yolu tercih ettim. Mümkün olduğu kadar da yazıp çizmeye çalışıyorum.

-İmza edenlerin ortak özelliği neydi size göre?
Aşağı yukarı aynı meseleden, aynı dertten müzdaribiz, aynı hassasiyetleri taşıyoruz.

-Ne zaman fark ettiniz AK Parti-demokrasi makasının açılmaya başladığını?
Sanıyorum 2011 sonrasında. Şöyle bir problem var Türkiye siyasi kültüründe. Ne zaman ki bir siyasi iktidar kendisinin çoğunluğa hitap ettiğini düşünüyor, o zaman her şeyi yapabileceği, yani mutlak doğruyu kendisinin temsil ettiği zehabına kapılıyor. Bu çok vahim bir durum. Çünkü demokrasi dediğiniz çoğunluğun değil, bilakis azınlığın, yani sesi çıkamayanların seslerinin çıkabildiği bir ortam/iklim olması gerekiyor. Ne zaman ki çoğunluk yalnız ve yalnız kendi sesini, kendi mutlak doğrusunu sürekli olarak diğerlerine benimsetmeye çalışıyor, o zaman problem çıkıyor. 2011’den sonra ne yazık ki AK Parti bu kanaate kapıldı kanısındayım. Ama bu AK Parti’ye mahsus bir şey değil. Bu, Türkiye siyasal kültürünün/ikliminin bir parçası.

-Sizin için olmazsa olmaz dediğiniz, sizi bu düşüncelere sevk eden kırmızı çizgi neydi AK Parti’ye dair?
Her şeyden önce ifade özgürlüğü. İfade özgürlüğü insan yaşamı için en temel haklardan biri. Eğer kişi kendisini ifade edemezse, benim için en önemli değer olan insan onuruyla bağdaşan bir yaşam sürmesi mümkün değil. Dolayısıyla düşünmek tabii ki yeterli değil, o düşündüğünü ifade etmek de son derece önemli bir hak.

-Siz pek çoklarından önce fark ettiniz gidişatı…
Bunca senedir din-devlet ilişkilerini çalışıp siyaset biliminde yoğunlaşmanın getirdiği bir şey galiba. 1930’ları, 40’ları ve daha sonrasını çeşitli nedenlerle çalışmış bir kişiyim. Dolayısıyla o tarihlerde olanı da hep akademik yaşamım boyunca eleştirmiş, karşı çıkmış bir noktada duruyorum. Onun sinyallerini gördüğüm anda…

-Gidişatın bu noktaya doğru olduğunu anladınız…
Evet.

-Kendini muhafazakâr-demokrat diye tanımlayan, kitle partisi olmuş bir AK Parti’nin açmazı neydi?
Siyasi iktidarı, temsiliyeti elinde bulunduran ne kadar çoğunluğa sahipse kendini o kadar mutlak doğruyu ifade edebilme gücüne sahip zannediyor. Dolayısıyla bu en büyük tehlikelerden bir tanesi. Onun dışında da tabii (Recep Tayyip) Erdoğan çok karizmatik bir lider. Ama karizmatik insanlar yalnızlaşıyorlar. Yalnızlaşmak şu demek. Etrafındakiler muhtemelen yalnızca olumlu taraflarını sürekli olarak vurgulayan, olumsuz hiçbir şeyi kendisine iletmeyen bir kitle hâline geliyor. Bu, Erdoğan ile sınırlı değil. Ne yazık ki bütün liderlere mahsus bir durum. Bu en büyük tehlike demokrasiler için. Ve orada rol alanlar için. Çünkü kitlelerin bir yandan çok ciddi bir desteği olabilir ama öyle bir şeydir ki bu, hiç fazla güvenmemek gerekir. Bir anda o destek çekilebilir.

-Demokrasi içerisinde izlenecek yol nedir öyleyse?
Olması gereken, hiçbir zaman yalnız ve yalnız kendisinin mutlak doğruyu temsil ettiğine inanmamak, her türlü sese açık olmak. Ve gerçekten en önemlisi de daha güçsüz, daha kırılgan olan grupların seslerini duyurmalarına ve onları duymaya açık olmak.

-Türkiye’de dinî kimlikle yapılan siyasete güven olabildiğince yüksek Erdoğan’ın şahsında. Başka toplumlarda da böyle mi?
Bu da siyasal kültürle ilgili bir şey. Mesela Soğuk Savaş dönemi yani komünist idareler altında Polonya’da en güvenilen kurumlardan bir tanesi kilise idi. Dolayısıyla bu tür kurumlar, siyasi kültür çerçevesinde toplumların ürettiği direnç yani başkaldırı noktalarıdır. Polonya’ya bakacak olursanız o dönemde iki tane başkaldırı noktası vardı. Biri din mekanizması idi, biri de müzikti. Özellikle de kendi yorumuyla bir tür caz müziği idi. Dolayısıyla müzik de çok önemli bir ifade özgürlüğü aracıdır. Belli ki pek çok bakımdan, yani laikliğin çok baskıcı bir yorumuna karşı bir şekilde tepki göstermiş bir toplumsal yapının, günün birinde siyasal iktidara dönüştüğünde bu görüşe destek olması çok anlaşılır bir şey. Yeter ki toplumsal algıda bir hayal kırıklığına dönüşmesin.

-Nasıl mesela?
Her şeyden önce ciddi bir yolsuzluk meselesi var. Türk toplumu sabırlı bir toplumdur. Kol kırılır yen içinde kalır diye bir anlayış olmasa böyle bir söz üretmez. Ama onun da bir sınırı olduğu kanaatindeyim. Yolsuzluktu, aşırı harcamalardı vs, bunların tartışılmakta olan ama sessiz sessiz tartışılmakta olan konular olduğunu düşünüyorum. Ve birtakım haksızlıkların yapıldığını düşünenlerin olduğunu gözlemliyorum, taraftarları arasında. Şimdilik daha sessiz kalanların da bir zaman sonra sesini yükseltebileceği kanaatindeyim.

-Aslında mesele anlaşılmış ama halk sabır mı gösteriyor diyorsunuz?
Evet. Sabrı çok zorlamamak gerekir. Hiçbir siyasal iktidarın bu sabrı çok zorlamaması gerekir! Bu, kapağı kapatılmış ve zorlanan bir tencere gibi bir şey. Bir yerde o baskının patlamamasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Ona imkân vermemek gerek.

-En son iş dünyasından TÜSİAD artık sesini yükseltmeye başladı, öyle görünüyor.
Çeşitli kurumlarda bunun sinyalleri görülüyor ama daha henüz… Mesela zaman içinde belki de marjinalleşmiş olmasına rağmen Gezi bir ifade idi. Bundan sonra bunun gerisinin gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Bence demokratik ifadelerin dışında insanların kendisini ifade etmek zorunda bırakılacağı bir yapının oluşmaması lazım.

-Din ve devlet ilişkileri de araştırma sahalarınızdan biri. Türkiye’de dinin inanılırlığı ile hayata uygulanışı arasındaki makas da açıldı mı? Tespitiniz nedir?
Ne yazık ki! Yani ister referansı dinî olsun ister ladinî olsun, bu ahlak meselesini bence bu işten derdi olanların hep birlikte çok ciddi düşünmesi, hesaplaması lazım. Burada en büyük meselelerden biri bence ahlak. Yani ahlakın ciddi bir referans olmadığı toplumsal vicdanlarda böyle durumlar ortaya çıkabiliyor. O durumlar da sonradan çok ciddi sorunlara yol açıyor.

-Dinî anlayış zarar mı gördü, ‘çalıyor ama çalışıyor’ denebiliyor.
Çok üzüldüğüm bir durum var. Onu örnek olarak göstereyim. Mesela Kant gibi bir düşünür boşuna Alman toplumunda çıkmıyor. Çünkü toplumsal kültürün ürettiği birtakım insanlar var. Neden  bu toplumda ortaya çıkmıyor? Onu bence oturup düşünmek lazım. Bir örneği üzülerek anlatayım.  Bundan en azından bir 15 sene kadar önce idi. Gecenin 3’ü. Berlin’de bir metroya binmek üzereyim. Metronun turnikeleri bozulmuş. Bir baktım bozuk makineye herkes ya parasını atıyor ya kartını basıyor. Biz ki çalışan makinaların üstünden atlayan ve bunu da beceri bilen bir toplumuz! Ne yazık ki aradaki fark böyle. Alman toplumunu üstün kılmak için söylemiyorum bunu. Yine Almanya’dan bir örnek. İdare mahkemesi ile ilgili kararların uygulanmaması konusunda bir proje yapmıştık. Bir meslektaş ‘tabii teknik olarak bazen uygulanamıyor’ dedi. ‘Yok’ dedim, ‘Teknik olarak değil. Mesela idare mahkemesi karar veriyor, belediye binayı yıkmıyor.’ Adam anlamıyor. Kavrayamadı. Kafacığı almadı karara uyulmamasını. ‘Hukuka nasıl uymaz?’ dedi. Konuşamadık, kaldık. Bir noktadan sonra karşınızdakine ancak algılayabildiğini anlatabiliyorsunuz.

 

ÖNEMLİ

CHP Yönetimi Tarihini İnkâr Ediyor

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, CHP yönetiminin geçmişi inkar ettiğini ve 1940'ları hatırlamak istemediklerini belirterek, bu durumun onlarda rahatsızlık yarattığını ifade etti.

Yenidoğan Çetesi İddianamesi Kabul Edildi: Cezalar Ne?

Yenidoğan çetesinin sanıkları, yarın mahkemeye çıkacak. İddianamede 47 kişi için müebbet ve 582 yıl hapis cezası isteniyor. Duruşmaya saatler kala detaylar merak ediliyor.

Daha Fazlası!